Semih taşralı bir oğlandı, yaşını göstermezdi zira alnındaki tanrı elinden çıkma çizgiler, ezgileri gibiydi yalnızlığının. Kaşları oğlu sigara içen bir baba gibi dikili dururdu, dudakları anlatacak çok şeyi varmış gibiydi ancak istemezse, işinin en ehli demircinin bilediği bıçak bile açamazdı. Sık sık boğazını temizlerdi, cigarasının kokusu ondan önce gelirdi. Sürekli iş peşinde koşar, birkaç kader arkadaşıyla derme çatma bir gecekonduda yaşardı. Aslına bakarsanız gecekondu bile denilemezdi, her adımda gıcırdar ve sallanır, Semih'in deli yüreğini ağzına getirirdi. Kışları kat kat yorgan ve battaniye altına girer yatardı, uyandığında soğuğu fark edince şiirler yazacak kadar bağlanırdı sırtına batan en büyük düşmanı yatağına, evet düşmanıydı zira onu terk etmezse ne aş, ne cigara, ne de arada bir içtiği otuz beşliği bulabilirdi. Yataktan çıktığındaysa evinin asker yeşili demir dış kapısının yanında olan tek musluğuna gider, kar yağmışsa temizler, dua eder gibi ellerini açıp birleştirir, iki avuç su içer, ardından o buz gibi suyu yüzüne çarpardı. İlk çarpışında yüzüne bıçak darbeleri vuruluyormuş gibi hissetse de sonradan o buz gibi su sıcak gelir, tatlı bir his verirdi. Bunlar iyi günleriydi, kimi zaman evindeki tek su kaynağı olan o emektar musluk donardı. Sabahları iki yudum su içemeden, yüzünü yıkayamadan işe gitmek zorunda kalırdı.
O esnalarda sanayinin çaycısında çalışıyordu. Neyse ki ayağında sağlam bir botu vardı ve klimalı arabası olan beyaz yakalılar yollardaki karları temizliyordu. Sanayi hayli büyüktü ve küçük kasabaları andıran bu yerde dükkanların adını ezberlemeye çalışıyordu, vakit kış oldu mu bu insanlar çayı eşlerinin koynuna yatmaktan çok seviyordu.
Paydos vakti yaklaşıyordu, güneş, Anadolu'nun ıssız dağlarının ardına saklanmış, sinsice insanoğlunu dikizliyor gibiydi. Sanki tamamen gözden kaybolmak için bir olayın gerçekleşmesini bekliyordu. Ustası, iki ince belli bardağın birine kaynar su doldurup öbürüne aktardı. Sonra suyu lavaboya bıkkınlıkla boşaltıp çayları doldurdu ve gümüş rengi, yuvarlak, göründüğünden daha hafif tepsiye çayları koydu. Semih'e çayların gideceği dükkânın yerini tarif etti. İki sene evvel maaşının yarısını verdiği kıymetli botlarının artık bir kıymeti kalmamıştı yorgunluktan, ayaklarını süre süre tarif edilen dükkânın yolunu tuttu. Güneş hâlâ dağların ardında saklanıyordu, meraklı gözlerle insanoğlunu izliyordu. Kafasını öne eğdi Semih, botlarının üzerindeki izleri, yıpranmaları gördü. İçlenmeye başlayacaktı ki dükkâna geldiğini fark etti.
Bu dükkân öbürlerinden farklıydı, en ufak leke göze çarpmayan bembeyaz bir masa, onun üstünde dünya haritası şeklinde bir kalemlik, kalemlikte Kuzey Kutbu ve civarına konulmuş rengârenk kalemler, masanın önünde misafirler için konulmuş iki deri koltuk, koltuklardan birinde beyaz gömleğin üstüne geniş omuzlarını kaplayan pahalı bir mavi ceket, altına siyah bir pantolon ve koltuklarla uyumlu deri ayakkabı giymiş, belli ki yeni tıraş olmuş bir adam otururken, karşısındaki koltuktaysa soğuk umurunda değilmişçesine ruju ve topuklu ayakkabılarıyla uyumlu, dizlerine gelen bir kırmızı elbise giymiş, elmacık kemikleri ben buradayım dercesine çıkık bir kadın oturuyordu. Semih bir delikanlıydı, üstelik en son elini tutan kadın anasıydı. Anasıysa o 13 yaşındayken ölmüştü. Karşısında kırıklarını aldırmış, martı dudaklarını ve uzun sayılabilecek tırnaklarını kırmızıya boyamış ve bununla kalmayıp bir de bacak bacak üstüne atmış bir kadın görünce nutku tutuldu. Sağ eliyle tepsiyi tutuyordu, sol elini yağlı ve yüzünü kapatan saçlarını biraz olsun düzeltmek için kafasına doğru götürmek isterken tepsinin kenarına çarptı. O adi utanç duygusunu gidermek isterken çay bardaklarıyla birlikte yerin dibine girdi. Takım elbiseli adam, kırmızılı kadına erkekliğini göstermeyi zavallı bir oğlanı azarlayarak yapabileceğini düşünüyordu. Semih, diz çöktü ve boynunu büküp yerdeki kırıkları toplarken hayatında işitmediği hakaretler sel oldu, gözlerine doldu. Sırf böylesine güzel bir kadının karşısında ağlamamak için kendini düşman boğazlarcasına sıkıyordu, durumu fark eden adam "Ne o, ağlayacak mısın?" diye sordu ve kahkaha patlattı. Ziyanı yoktu bir itin kahkahasının, ta ki kadın da ona katılana dek. Dişlerini sıktı, tepsinin üstüne doldurduğu cam kırıklarıyla oradan kaçıp gitti.
Dükkândan çıktığında güneş insanoğlunu dikizlemeyi kesmiş, görünürden tamamen kaybolmuştu. Güneş bile onunla dalga geçiyordu. İnsan denilen varlıksa işte o adam kadar alçalabiliyordu, uçkur uğruna gönül kırmak ne zamandan beri bu kadar kolaydı? Semih'in aklına yıllar evvel bir yaz akşamı parkta otururken tesadüfen tanıştığı, bir daha da görmediği adam geldi. Adamı sevmişti zira kadınlar adamı seviyordu, adam kadınlardan bahsettikçe Semih'in yüzü gitgide gülünç bir hâl almıştı. Adamın neredeyse bütün anlattıklarını zihnine kazımıştı ancak şu sözünü hiçbir zaman unutamadı: "Dünyanın en yakışıklı, en zengin, en zeki veya en bilge adamı da olsan şunu asla unutma ki kadınlar her zaman daha iyisini bulur. O yüzden Namık Kemal 'Biz de bilirdik yâre giderken menekşe yollamasını ama arkadaşlar açtı, yedik menekşe parasını' derken aslında mühim bir ders verir. Dost açken yâre menekşe almak doğup büyüdüğümüz Anadolu toprağına ihanettir."
O günün gecesi pek hayra alamet değildi. Kafasını yastığa koydu, düşüncelerini bastırmaya çalıştı, olmadı. Nihayetinde dayanamayıp içten içe "Tanrım!" dedi, "Canımı..." Devamı gelmedi, uyku bedbaht benliğini bir kurtarıcı gibi ele geçirdi. Devamı gelmedi çünkü işçiler ölmeyi dileyemeyecek kadar yorgun insanlardı.