Hayli zaman önce bu büyükten hallice şehirde gitgide kendi itibarını lekelediğini düşünüp insanoğluna küsmüş ve küçük bir kasabaya yerleşmişti. Anlaşılan o ki memleketinin en sevdiği hanına uğramış, eski dostuna gelişini haber vermekten kaçınmıştı. Kendisini suçlamıyordum fakat bu ona kızgın olmadığım manasına gelmiyordu. Kimsenin bardak altlıklarını kullanmaya tenezzül etmediği hanın bu lekeli masası, birçok güzelin kapalı kapılar ardındaki manevralarına dair dedikodulara, alkolizmin kafesine irademizle girmemize ve çıkmamıza, kutsalları hiçe saymaktan aldığımız muhteşem hazza ve daha birçok şeye tanıklık etmişti.
Terk-i diyar etmeden evvel çektiği varoluş sancılarını bana anlatmakta güçlük yaşıyordu. Sükunet arzusu taşmıştı, inzivaya çekileceğini, insanoğlundan ve şehir gürültüsünden bıktığını söylüyordu. Hatta bir gün durakta otobüs beklerken yerdeki boş su şişesi, rüzgârın etkisiyle usul usul ona doğru süzüldükçe içini korku kapladığını, şişe yaklaştıkça ölümün de yaklaştığını hissettiğini söylediğinde delirdiğini düşünmüştüm.
Yeterince içtim, ahiren bünyem aptallıklara gebeydi zaten. İtibarımı düşünüp bir sonrakini söylemedim. Tahrip olmuş cüzdanımdan parayı çıkarıp hancıya verdim. Yerimden kalkarken bir ses duydum, mazidendi...
"Beni özledin mi?" dedi. Yıllardır görmediğim yüzündeki tek değişiklik ufak tefek kırışıklıklar ve eski usul bir bıyıktı.
Dostluk hakkında yığınla farklı felsefi görüş elbet vardır, ancak içlerinden biri hepsinden üstün ve yanlışlaması en zahmetli olandır. Der ki "Bir insanın tek dostu ikinci kişiliğidir."
"Özlememek ne mümkün!" diye cevap verdim kendime, bıyıklarımızın altında buruk bir gülümseme ve kaşlarımızda her zamanki çatıklık vardı. Vusladımız hayli geç kalınmış ve bir o kadar da manidardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder