İlk kez gittiğim bir barın müdavimiyle tanıştım, herkes onu tanıyordu. Anlattığına göre bir kızı vardı, dünyalar güzeli. Sağ omzunda kızının doğum tarihi yazılıydı. Bira içiyor, geçmişi sorguluyorduk. İçimizde rezil bir huzursuzluk vardı. Sebebini anlamadan çok iyi anlaştık. Söylemeye cesaret edemediğimiz şeyleri söyleyip çaresizliğimizi ve kırıklığımızı anlatıyorduk, koskoca iki adam barın bir köşesinde gözlerimiz dolu, muhabbet ediyorduk. Arada bir gülümsememizin tek sebebi kızına olan sevgisiydi, ancak o vakit de benim yalnızlığımdan, onunsa kızına aşkından gözyaşlarımız kaybolmuyor, akacak gibi oluyor ama akmıyordu. Hiçbir vakit içimden kaybolmayan, sinsi sinsi zayıf anlarımı kollayan o aciz hissiyatı paylaşacağım kişinin, barda öylesine denk gelip muhabbete düştüğüm bir adam olacağını tahmin etmezdim. İkimiz de güzel şeyleri hatırlamakta güçlük çekiyorduk, tek berrak anılarımız, aklımıza geldiğinde kolumuzu, kanadımızı kıran anılardı. Midemizin alabildiği kadar içtik, akacak gözyaşı durmadı. Aramızdaki muhteşem ahengi ve samimiyeti kabullenmiş olacak ki:
"Biliyor musun," dedi, "Karım, geçen hafta işten geldiğimde kapıyı bana güler yüzle açtı." Ağlamaya başladı.
Halihazırda bütün kanım çekilmiş, şakaklarıma bir ağrı saplanmış ve ellerim titriyordu, karşımda koskoca aile babasının da yıkıldığını görünce gözyaşlarım akmaya başladı.
"Ee, ne var bunda?" dedim acı içinde yutkunup, hiç sahip olamayacağım bir şeyin hasedi ve adama olan sempatimle. Birden ağlaması şiddetlendi, biraz sakinleşmesi zaman aldı.
"Karım ve bir kızım var, hayatımda sahip olabileceğim en değerli varlıklar. Bir erkeğin sahip olabileceği en güzel şeye sahibim, ama ben..." dedi, yutkundu, "Ben takıntılı bir adamım. Düşündüğüm her şey bana durmaksızın acı verir. 34 sene dayandım, yapmadım ama artık duramıyorum, bu düşüncelerle yaşayamıyorum. Dünyanın en güzel iki varlığını koyup gitme isteği yüzünden aynaya bakamıyorum. Başıma gelen en güzel şeyler yüzünden ölemiyorum. Ben kendimi aleve vermek ve bir daha sönmemek istiyorum..."
Keskin mi keskin bir hançerle dağlandı her bir yanım, o hissi tanıyordum. Sustum, biliyordum teselliler bir kenara, dünyanın altın anahtarı bile üç kuruş fayda etmezdi o hissi kelama dökebilen adama. Sinir hastasıydım. Keder beni epey öfkelendirirdi, kan beynime sıçradı. Sonrası bir öfke nöbetiydi, hatırlamıyorum. Uyandığımda hastanedeydim, ellerim başta olmak üzere, her yanım yara bere içindeydi. "Ben de, sevgili dostum," dedim kendi kendime, "Ben de ölemiyorum..."
Toparlandım, iki hafta sonra yine aynı bara gittim. Ortalıkta yoktu, endişelenip barmene sordum. "Buradaydı, az önce gitti," dedi, ferahladım. Yine olay çıkarmayacağıma, sinir krizi geçirmeyeceğime ikna etmek zaman aldı. Sonunda soğuk biram geldi masama. Gülümsedim, ikinci kattan aşağı baktım. Atlayamadım.
Aradan yıllar geçti, bir daha o bara gitmedim. Adını sormayı akıl etmediğim dostumun hâlini vaktini merak ettim ama gidemedim. Hayatta ve güçlü olmasını umdum, zihninin ona her saniye ihanet etmemesini, ölümün kurtuluş olduğu düşüncesinden uzaklaşmasını ve kızıyla karısını çok sevmesini. Ben hâlâ ölemeyen bir adamdım, ya da sürekli ölmeye devam eden. Bıçaklar keskindi, ipler sağlam; ıstırap ölümcüldü, ölüm uzak.
Zaman keskin kılıcını gezdirirken tenimin her öpülmüş noktasında, yarın umut barındırmıyor, bugün hain, zihin daimdi. Bitmedi.